KÖTÜMSER Mİ GERÇEKÇİ Mİ: SCHOPENHAUER’UN FELSEFESİ
Dünya, nasıl bir yerdir? Mutsuzluk, sefalet, acı, ölüm… Bu kavramları hiç düşündünüz mü? Schopenhauer’un ömrü, bunları düşünmekle geçti. Kimisi onu ‘Kötümser Filozof’ veya ‘Karanlık Filozof’ olarak tanımlarken kimisi ‘Gerçekçi Filozof’ olarak tanımlamaktadır. Peki, neydi Schopenhauer’u bu kadar ‘kötümser’ yapan?
Hayatı ve Felsefi Arka Planı
1788’de zengin ve tüccar bir ailenin oğlu olarak doğan Arthur Schopenhauer, erken yaşlarda babasını kaybedince büyük bir melankolinin içine düşmüştür. Annesiyle arasındaki ilişki pek de iyi değildi. Annesi Joanna Schopenhauer, entelektüel çevrelerce tanınan, dışa dönük bir yazardı. Fakat Arthur, bunun tam tersi bir kişiliğe sahipti. Daha içe dönük, eleştirel, depresif bir yapısı vardı. Annesini de bağımsız yaşam tarzı sebebiyle oldukça eleştirirdi. Bu eleştiriler zamanla anne-oğul ilişkisinin zedelenmesine sebep oldu. Ve 1814’te, babasını kaybettikten dokuz yıl sonra Schopenhauer, annesiyle ilişkisini tamamen kesti.
Annesiyle olumsuz ilişkisi, Schopenhauer’un kadınlara ve hayata bakış açısını etkiledi. Hayatının en büyük hayal kırıklıklarından biri annesiydi. Bu durum, onu daha karamsar bir ruh haline itti. Bu karamsar ruh hâli, felsefi görüşüne de yansıyacaktı.
Schopenhauer, babasının vefatından önce ailesiyle birlikte çıktığı Avrupa seyahatinde entelektüel çevre ediniyor, dönemin Avrupa’sını yakından tanıyor ve birçok dili öğrenme fırsatı yakalıyordu. Babasını, çıraklık dönemi bitip tüccarlık kariyeri başlayacakken kaybeden Schopenhauer, tüccarlığı bırakıp akademik bir kariyere yöneldi. 1820’de Berlin Üniversitesi’nde Felsefe Bölümü öğretim üyesi oldu. Aynı üniversitede öğretim üyesi olan Hegel ile aralarında büyük bir rekabet olduğu söylenir. Rekabetin boyutu o kadar fazladır ki, Schopenhauer ders saatlerini Hegel ile aynı saatlere alarak öğrencilerden adeta ikisi arasında bir seçim yapmalarını ister. Fakat maalesef dersleri, beklediği ilgiyi görmez. Öğrenciler tercihlerini Hegel’den yana kullanmıştır. Bu rekabetin istediği gibi gitmemesi, onu akademiden uzaklaştırır. Schopenhauer, istifa ederek kendisini felsefesini geliştirmeye adamıştır.
Kant’ın felsefesinden oldukça etkilenmiştir. Kant’ın ‘numen’ ve ‘fenomen’ ayrımını benimsemiş ve bu ayrımı kendi felsefesine göre yorumlamıştır. Platon ve ‘İdealar Dünyası’ Schopenhauer’un metafiziğinde önemli bir yer tutar. Platon’un idealarından yola çıkarak insanın dünyayı olduğu gibi kavrayamadığını savunur.
Doğu felsefesi de Schopenhauer için önemlidir. Budizm’den önemli ölçüde etkilenmiştir. Öyle ki masasında Kant’ın heykelinin yanında Buda’nın da heykeli vardır. Sade bir yaşam sürmek, mütevazılık, ‘isteme’ kavramından uzaklaşmak gibi bir yaşam ona göre ‘etik’ yaşamdır. Fakat Schopenhauer, bu görüşe uygun bir yaşam sürememiştir.
İsteme ve Tasarım
Kant’ın numen ve fenomen ayrımını biraz daha açalım. Kant’a göre numen, duyularla algılanamayan, nedenselliğe tabi olamayan ve insanın bilme yetisi dışındaki şeydir. Fenomen ise tam tersi olarak duygularla algılanabilen ve nedenselliğe tabi olandır. Daha açıklayıcı olmak gerekirse Kant, dünyayı; insan zihninde kurulan bir temsil olarak tanımlar. Yani insan, özün ne olduğunu sınırlı kapasitesiyle anlayamaz. Anlama çabası da boşadır. Örnekleyelim: Önünüzde bir bardak olduğunu düşünün. Kant’a göre, o bardağın özünde ne olduğunu, sizin onu gördüğünüz şey haricindeki görüntüsünü bilemezsiniz. Yalnızca o bardağı algıladığınız biçimde görebilirsiniz. Yani numeni, bardağın özünü göremezsiniz fakat fenomeni yani bardağın zihninizdeki tasarımını görebilirsiniz.
Schopenhauer, Kant’tan farklı olarak ‘Kendinde şey olarak dünya gerçekte nedir?’ sorusunu sordu. Yani Kant’ın her şeyin dışında bıraktığı şeyi felsefesine dahil etti. Schopenhauer’a göre numen ve fenomen yani bir şeyin kendinde ne olduğu ve bizim onu nasıl gördüğümüz olguları iki farklı gerçeklik değiller. Bunlar, tek bir gerçekliğin iki yüzüdür. İkisi hakkındaki deneyimlerimiz farklı olduğu için bunları birbirinden farklı şeyler sandığımızı iddia ediyor kısaca. Bu bağlamda Schopenhauer, Kant’ın ‘fenomen’ olarak tanımladığı şeye tasarım, ‘numen’ e ise isteme der. İsteme, bir varlığın var olmasını sağlayan şeydir ona göre. Peki tasarım ve istemenin aynı şey olduğunu nasıl kanıtladı?
Schopenhauer’a göre bedenin hareketinde bir bilgelik vardır. Çünkü bedenin hareketi ile dış dünyadaki herhangi bir hareket, kişi için aynı değildir. Kişi, bedeninin hareketini daha iyi algılar çünkü orada kişisel bir deneyim vardır. Fakat dış dünyadaki bir hareketi de bedenin hareketini de isteme meydana getirir. Bu noktada tasarım ve isteme birbirinden deneyim ve algı olarak ayrılsa da özünde aynı şeyin iki yüzüdür.
Özgürlük
Özgürlük hakkında hepimizin az çok bir fikri vardır. Bu konuda en fazla tartışma konusu olan soru ‘İnsan, özgür bir varlık mıdır?’ sorusu olabilir. Bunu ‘Özgürlük diye bir şey var mı?’ sorusu takip eder. Schopenhauer’a göre eğer bir şeyi istemeyi isteyebiliyorsanız, özgürsünüz demektir. Fakat bu, yine Schopenhauer’a göre mümkün değildir. Çünkü istemenin kendisi de doğa ve fizik yasalarına tabiidir. Yani özgürlük, ona göre yalnızca bir yanılsamadır. Bu düşünceyi Spinoza’nın şu sözleriyle daha iyi anlayabiliriz: Eğer bilinçli bir taşı havaya atsaydık o da yere düşmek istediğini söylerdi.
Değinmemiz gereken bir diğer nokta ise, aklın kendini denetleyebildiği düşüncesidir. Schopenhauer buna karşı çıkarak, aklın da doğa yasalarına tabi olduğunu ve kendini denetleyemediğini söyler. Aklın kendisi de bir tasarımdır, bir yanılsamadır yalnızca. Aklın olmaması özgürlüğün de olmaması demektir. Yani insanın havaya atılan bilinçli bir taştan farkı yoktur. Schopenhauer aklı bu denli küçümsediği için etik bir yaşamın -mümkün olsa dahi- arzuların altında kaldığını savunur. Bu da onu kötümser yapan asıl şeydir.
Aklın Küçümsenmesi
Akıl, istenci bastırabilecek bir şey değildir, yanılsamadır ve doğa yasalarına tabiidir demiştik. Böyle bir durumda insan yalnızca istediği şeyleri yapmak için harekete geçebilecek ama neyi istediğini seçemeyecek bir canlıdır. İstenç, akıl yoluyla baskılanamayan bir şey olduğu için insan, amaçsızca var olan ve istemeyi seçemediği şeyler peşinde koşturan bir canlıdan başka bir şey değildir. Yani bir ömür, insanın kontrolsüzce istediği ve yaptığı amaçsız şeyler bütünüdür. İstencin doyurulamaz, bastırılamaz, kontrol edilemez bir şey olması Schopenhauer’un kötümserliğini öyle bir boyuta getirmiştir ki ona göre ‘Böyle bir dünya var olacağına hiç var olmasaydı daha iyiydi.’
Hayat Neden Acıdır?
Buraya kadar biraz da olsa Schopenhauer’un fikirlerini anladığımızı düşünüyorum. Değinmediğimiz önemli bir konu: Hayat neden acıdır?
Schopenhauer en etik yaşamın sadeliğe yakın, mütevazı ve arzulardan uzak yaşam olduğunu söylemişti. Hadi bunun ne anlama geldiğine biraz daha yakından bakalım.
Budizm öğretisine göre arzulardan en uzak yaşam en etik yaşamdır. Schopenhauer da bu düşünceden oldukça etkilenmiştir. İstencin olabildiğince bastırılması demek insanın amaçsızca daha az koşturması demektir. İstenci neden bitiremediğimizi anladık öyle değil mi? Her şey istençten oluşur. İstencin bitirilmesi ‘hiçliktir.’ Ayrıca bu, mümkün değildir. Bu yüzden istencin bitirilmesinden değil baskılanmasından söz ediyor Schopenhauer. Fakat Budizm’den ayrıldığı bir nokta var. Budizm’e göre insan, arzularından uzaklaştıkça mutluluk ve huzur bulur. Schopenhauer’a göre, hayatın acı dolu olması, insanların sürekli olarak arzularını tatmin etmeye çalışmasından kaynaklanır. Arzuların bastırılması ise içsel huzursuzluğa neden olur. Bu nedenle, sadelik ve arzulardan kaçınma, mutlu bir yaşam için yeterli değildir.
Sanat ve Kaçış
Hayatın bu acı ve ızdırap dolu oluşundan kaçmanın yolu Schopenhauer’a göre sanattır. Çünkü burada fizik yasalarından başka bir gerçeklik vardır. Dali’nin veya Picasso’nun tablolarına bakacak olursanız doğayı olduğu gibi tasvir etmez ikisi de. Örneğin birisi yarım yamalak atların üstüne erimiş saatler çizer. Diğeri insan yüzünü algıladığımızdan farklı tasvir eder. Bu noktada sanat, hayatı ve doğa yasalarını yansıtmaz. Dolayısıyla içinde acı da barındırmaz. Anlık da olsa insana bir kaçış fırsatı verir.
Sonuç
Fazla detaylandırdığımı düşünebilirsiniz. Fakat Schopenhauer’u anlamak istiyorsak bu kavramları tanımak zorundayız. Aksi hâlde ‘Schopenhauer kötümser bir filozoftu. Yaşamın acı ve ızdıraptan başka bir şey olmadığını düşünürdü.’ deyip geçebiliriz. Fakat o zaman Schopenhauer’un bu düşünceyi hangi temele oturttuğunu ve neden böyle düşündüğünü bilemeyiz.
Schopenhauer, fikirleriyle ve felsefesiyle kendinden sonra gelen birçok filozofu etkilemiştir. Hayatın acı ve ızdırap dolu olduğunu düşünmesi, onun felsefesine yön veren şeydir. Arthur Schopenhauer, etik eylemlerin genellikle başkasının acısını ve istencini bastırmak olduğunu ve merhametin bu bağlamda önemli bir kavram olduğunu vurgular. Ayrıca istençten kaçılan sade ve mütevazı bir yaşam da bilgeliğe en yakın olan yaşamdır. ‘Fakat kendi de savunduğu şeyin tam tersi bir hayat sürmüştür. Bu, istencin en büyük kanıtı değil midir?’
‘Mutlu kişi henüz doğmamış olandır.’
-Tolstoy